Aşk: Eksiğini vermek
- tugbacerendeniiz
- 4 Şub
- 3 dakikada okunur
Rose ve Jack'in Aşkına Psikanalitik Bir Bakış
“Sana veremeyeceğim hiçbir şey yok.”
“Sana verebileceğim hiçbir şey yok ve bunun farkındayım.”

James Cameron’un Titanic filmi, öznel olanın ve toplumsal olanın çatışmalarını trajik bir aşk hikayesinde işleyen bir film. Üst bir sınıfa ait olan Rose, her şeye sahip olduğunu iddia eden bu sınıfın içinde yaşamakta zorlanıyordur. Aynı zamanda, tıpkı içinde bulunduğu sınıf gibi, ona veremeyeceği hiçbir şey olmadığını söyleyen bir nişanlısı vardır. Bir taraftan da ona verebilecek hiçbir şeyi olmadığını söyleyen, alt sınıftan genç bir adamla karşılaşmıştır.
Slavoj Žižek, Rose’un egosunun sınıfsal ön yargıların içinde boğulduğunu ve Jack’in de tam bu sırada Rose’un narsistik parçalanmışlığını onarmaya hizmet ederek ona idealize edilmiş bir ego verdiğini söyler. Hatta bunu da gerçekten, onun idealize edilmiş imgesini çizerek ve bu imgeyi ona somut bir şekilde de vererek yapar. Ölümü sırasında bile, ona iyi bir yaşam süreceğine, çocukları olacağına dair bir yol çizer. Žižek’e göre aslında bu durum, eski bir emperyalist mitin yeniden sahnelenmesidir: Üst sınıftan biri canlılığını ve yaşam enerjisini yitirdiğinde alt sınıftan birine gereksinim duyar. Adeta bir vampir gibi onun yaşam enerjisini emer ve böylece üst sınıf hayatına devam edebilecek canlılığı yeniden sağlar. Jack’in Rose için işlevinin de bu mitten farkı pek yoktur, onun işlevi yalnızca Rose'un parçalanan egosu yeniden inşa etmektir. Bu bağlamda Žižek’e göre Titanic filmi, bir çiftin oluşumundan ziyade bir kadının narsistik imgesinin yeniden inşasını anlatır.
Hatta Žižek için, bu bir aşk çifti oluşurken meydana gelen trajik bir felaketin trajik bir hikayesi değildir. Bu film, bu çift gerçekten oluşursa oluşacak esas felaketin önlenmesini anlatan bir filmdir. Öyle ki buz dağı ile çarpışma, tam da cinsel eylemden ve Rose Jack’le gemiden inmeye karar verdikten hemen sonra gerçekleşir. Žižek’e göre, Rose Jack’le birlikte inseydi, bu iki aşık birlikteliklerinin çöküşünü görecek ve esas felaket olan libidinal felaket gerçekleşecekti: New York’ta inen çift birkaç hafta sürecek keyifli cinsel birliktelikler sonrasında toplumsalın getirdiği farlıklıklar ve zorluklar karşısında hayal kırıklığına uğrayacaklardı. Bu yönüyle filmde görünen felaket, yani çarpışma, bu çiftin oluşumundaki imkansızlığa, Gerçek’ten gelen, bir nevi koruyucu bir yanıt olarak işlev gösterir.
Žižek’in filme dair bu okuması bize bir çiftin oluşumuyla ve bunun imkansızlığıyla ilgili epey şey söylüyor. Bütün bunlarla birlikte, bu aşk hikayesini toplumsal boyutlarıyla beraber değerlendirmenin yanısıra yazının başındaki iki erkekten gelen iki farklı cümlenin de göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Bütün bu toplumsal çatışmaların ve bunların ruhsallığa yansımalarının içinde, bir erkek bir kadına şöyle söylemişti:

Bu sözlerinde dile getirdiği gibi, Rose’un nişanlısı, her şeye sahip olduğunu ve ona her şeyi verebileceğini söyleyen, kendinde hiçbir eksiklik görmeyen, adeta tam olduğunu iddia eden biridir. Peki, böyle biriyle, yani eksiği olmayan biriyle, bir aşk yaşamak mümkün olur muydu? Bu soru karşında Lacan’ın şu ünlü sözü aklıma geliyor:
“Aşk, sahip olmadığını vermektir.” (Lacan, 2011)
Aşkta birbirimize eksiğimizi veririz. Acılarımızı, yaşamdaki zorlanmalarımızı, geçmiş yaralarımızı… Her şeye sahip olan, boşluğu olmayan birinin size verecek bir yeri de pek olmayacaktır. Öyle ki eksiksiz olduğunu iddia eden biri yalnızca sizin eksiğinizi görünür kılacaktır. Belki de Rose için onu intihar teşebbüsüne sürükleyen ve başa çıkmakta zorlandığı esas şey buydu: Karşısındaki kişi eksiksiz olduğunu söylüyordu ve böylece o çok eksik kalıyordu. Üstelik yalnızca nişanlısı değil, çevresindeki herkes benzer iddialara sahipti ya da annesi gibi yalnızca eksiksiz olmayı arzuluyordu. Rose’un dünyasındaki tamlık iddiasında arzuya, bu eksiklik inkarında da aşka yer yoktu, çünkü arzu için eksiğin varlığı, aşk içinse eksiğin bir düzeyde kabulü gereklidir.
