top of page
Ara

Boşlukla karşılaşma: Anadolu Yok Filmi

  • tugbacerendeniiz
  • 8 Tem 2024
  • 6 dakikada okunur

*Bu yazı, bir film okuması etkinliğinin konuşma metnidir.


Anadolu Yok, filmin ana karakteri Sercan’ın bir şey’e yolculuğunu anlatan bir film. Pek çok yolculuk gibi, bu yolculuğu da başlatan bir şey, bir söz, bir öteki elbette var. Sercan için bu yolculuk davet edildiği bir arkadaş masasında başlıyor. Bu masada Sercan’ın ilgisini çeken biri var, Yakup. Yakup masadaki bütün sohbeti yönlendiren kişi. Öyle ki vegan yemeklerle dolu bir masada et konuşsa da kendini dinleten, soğandan pek de hazzetmeyen kişilere soğan yedirtebilen biri bu. Ve böyle biri Adıyaman’dan, oradaki Resul’ün Yeri diye bir yerden bahsediyor. Sercan bu sırada masadaki arkadaşlarının konuşmasındaki bir şeye kulak kabartıyor, onların baktığı yere bakıp merak ediyor. Bu masadakilerin baktığı yerde, Sercan’ın onlarda arzu açığa çıkardığını düşündüğü yerde ne var? Onların arzusunun nedeni olan şey ne? Bu şey nasıl bir şey ki vegan bir masadaki insanları bile kendine kayıtsız bırakmıyor? İşte sanırım bu merak, bu sorular Sercan’ı yollara düşürüyor.

 

Sercan bu masada Ötekinin arzusuna neden olduğunu varsaydığı bir şey yakaladı. Bu şey öve öve bitirilemeyen, keyifle anlatılan Adıyaman’daki Resul’ün Yeri. Öyle bir varsayış ki bu, Sercan o şeyin peşine düştü ve Adıyaman’a, o şeye doğru bir yolculuğa başladı. Bunu, Sercan’ın Adıyaman’a gittiğinde ilk sorduğu şeyin Resul’ün Yeri olmasından da anlıyoruz. Filmdeki diyalog şu şekilde:

 

- …Resul’ü yeri’ni tarif etsene bana?

+“….Resul’ün yeri diye bir yer yok zaten.”

- “Nasıl yok ya?”

+“Abi hiç olmadı ya.”

 

Bu sözlerle, Sercan film boyunca karşılaşıp duracağı yok’la ilk kez karşılaşıyor. Bu andan sonraysa Sercan’ın en çok gidilen Resul’ün Yeri’ne gittiğini görüyoruz, çünkü muhtemelen arkadaşlarının gittiği Resul’ün Yeri de orası. Fakat kendisi gittiğinde masada o öve öve bitirilemeyen ali naziği sipariş etmiyor, gittiği gibi oradan kalkıyor, Resul’ün Yeri’nin O Resul’ün Yeri olmadığını düşünüyor ve aramaya devam ediyor.

 

Buradan sonra da Sercan’ın karşılaşmaları devam ediyor. Hemen peşine, bir sonraki sahnede müzeye gittiğini, müzede içi boş bir cam kutuya baktığını ve bu boşluğa sanki anlam veremediğini görüyoruz. Kutunun içinde sergilenen şey “yok”. Kutu bir boşluğu, yokluğu sergiliyor. Sanki o çok kıymetli şeyi sergilenmeye değer kılan şey yokluğu.


Ardından ikinci Resul’ün Yeri’ne gidiyor ve orada da bir boşlukla karşılaşıyor. Bu resulün yeri de yok çıkıyor. Peki ne demek tüm bunlar? Yok olarak var olmak nasıl bir şey? Kulağa ilk başta epey anlamsız hatta saçma bile geliyor. Ama psikanalizin bu anlamsız, saçma gibi görünen şeye verdiği bazı yanıtlar var. Şimdi biraz bu yanıtlardan bahsetmeye çalışacağım.

 

Anne-bebek ikilisini düşünelim. Bebek için annenin memesi başlangıçta yoktur. Bebek ne zaman isterse meme oradadır. Bebek ağlar ve meme hemen beliriverir. Memenin bir nesne olarak var olmaya başladığı an, meme orada olmadığı, ağladığında gelmediği andır. O zamana kadar bebek için meme sanki kendinden bir parçadır, bebeğin adeta kendi uzantısıdır. Ondan ayrı bir şey değildir, dolayısıyla henüz nesne olmamıştır. Ne zaman ki meme yoktur, yani anne orada değildir, meme ancak o zaman bir nesne olarak var olabilir. Lacan’a göre nesnenin kurulumu bu şekilde gerçekleşir. Nesne önceden var olmuş, sonra yitirilmiş ve tekrar bulunabilen bir kayıp nesne değildir.

 

Freud, çocuk için ilk başta tatmin verdiği hatırlanan ve sonra tekrar bulunmaya çalışılan bir kayıp nesneden bahseder. Ona göre yeniden bulunan nesnelerse ilk tatmine bir türlü denk düşmez. İşte Lacan, Freud’un buraya kadar getirdiği nesne kavramını alıp bir adım öteye götürür. Lacan’a göre yeniden bulunan nesne ilk tatmine bir türlü denk düşmez çünkü en başında böyle bir nesne zaten yoktur. Lacan için bir “kayıp nesne” yoktur. Nesne yalnızca kayıp olarak kurulabilir, ancak kayıp olarak kurulursa var olabilir. Diğer bir deyişle, psikanalitik anlamdaki nesne, aslında yokluğundan mütevellittir. Psikanalizde, Lacancı psikanalizde, bir şeyin yok olması onu mevcut kılan şeydir. Lacan işte nesnenin bu kurulum aşamasında arta kalan şeye nesne a adını vermiştir. Bruce Fink’in deyimiyle anne-çocuk birliğinin varsayımsal kalıntısıdır nesne a. Varsayılan anne-çocuk birliği yitirildiğinde bu birlikten geride kalan izdir. Çocuğun aradığı, sahip olduğunda tamamlanacağına dair bir fantazi kurduğu şeyin kendisidir.

 

Nesne a lacanın kuramını oluştururken sürekli değişime uğrattığı bir kavram, bu yüzden tüm yönleriyle ele alması epey zor. Ben burada filmi anlayabilmek için sadece bir kısmından tutup oradan anlamaya çalışacağım.

 

Nesne a diyince ilk duyacağınız şey şu iki kelime: Arzunun nedeni.

Arzu diyince de şu iki kelime gelecek: Ötekinin arzusu.

 

Peki nasıl bir ilişkisi var bunların birbirleriyle?

Daha önceki konuşmada annenin bakışının, yani arzusunun, başka bir yere kaydığında öznenin de arzulayabilir bir varlık haline gelmesinden bahsetmiştik (https://www.tugbacerendeniz.com/post/babanın-adı-nın-ölüm-perileri, 7. paragraf). Buradan hareketle öznenin arzusunu oluşturan şeyin Ötekinin arzusu olduğunu söylersek şunu söylemek de mümkün: Ötekinin arzusu, öznenin arzusunun nedeni olarak, yani Lacancı bir kavramla ifade edersek nesne a olarak işler.

 

Arzuyla ilgili şunu söylemekte de yarar var, arzunun bir nesnesi aslında yoktur. Arzu, böylece Ötekinin arzusu da erişildiğinde tatmin getirecek, bir nesnesi olan bir şey değildir. Arzu tatmin peşinde koşmayan, tek istediği sadece kendini devam ettirmek olan bir şeydir. Arzuyla ilişkilendirebilecek tek nesneyse arzuya neden olan, onu var eden nesnedir. Yani nesne a’dır. Çocukta arzuyu meydana getiren şey Ötekinin talebi ya da herhangi bir nesneye veya kişiye olan isteği değil, Ötekinin arzusudur. Bu, Ötekinin bazen birine ya da bir şeye olan bakışıdır, bazen de bir sestir. Bu bakış ya da ses dile getirilebilen, tarif edilebilen, yani simgeselleştirilebilen bir şey değildir. Bir imgesi de yoktur. Bu şey Lacancı anlamda ne simgesele ne de imgesele mensuptur. Bunlar Lacan’ın Gerçek dediği düzene kayıtlıdırlar.

 

Peki Gerçek nedir? Gerçek en basit düzeyde az önce söylediğim gibi simgeselleştirmeye dirençli şeydir. Yerine herhangi bir şey koyabileceğiniz bir şey değildir. Öznenin tekrar tekrar kendisine dönüp durduğu, çünkü başka bir yerde olmayan şeydir. Simgeselleştirmeye, yani söze direnen bir şeyi kelimelerle ifade etmeye çalışmak da edilen haliyle onu anlamak da epey zor. Nesne a ve Gerçekle ilgili tüm bu söylediklerim havada uçuyor gibi de bir taraftan, ama işte tam olarak bu havada uçtuğunu fark ettiğiniz anda bir nebze anlaşılabilecek bir şey sanırım Gerçek.

 

Bütün bunlar ışığında filmi yeniden düşünecek olursak belki biraz yere indirmek mümkün olabilir. Sercan’ı bu yola çıkaran şeyin Ötekinin arzusu olduğunu, Ötekinin arzusunun nedeni olan şeyin de Resul’ün Yeri olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Ötekinin arzusunu uyandıran şey öznenin bakıldığını farz ettiği şey tabii ki değil. Sercan buna başta Resül’ün Yeri dedi ama Ötekinin arzusu o bakılan şeyden ayrı, saf bir arzulu olma hali aslında. Onun nedeninin bir gösterileni aslında yok, her ne kadar özne buna bir şeyler atfetmeye çalışsa da. İşte bunu da Resul’ün yerinin yok çıkmasında görüyoruz. Resulün yeri yok çünkü nesne a’nın; Ötekinin arzusunun, Gerçekteki bir şeyin bir imgesi, simgesi, bir gösterileni yok.

 

Resul’ün Yeri yok ama onu var eden de aslında bu yokluğu. Bir şeyin yok olması, altında bir boşluk, bir delik olması özne için üzeri hep örtülen de bir şey. Ona doğru adım attığımız anda bile elimizde o örtü hep var. Bu Nemrut’taki tanrı başlarına gittiği sahneler üzerinden de düşünülebilir. Onca insanın arzusunun nedeni o tanrı başlarıdır. Fakat orada da yoklukla karşılaşılır. Tanrı başlarının olması gereken yerde koca bir boşluk vardır. Hatta Sercan gerçek tanrı başlarına giderken yolda düşer. Paul Verhaeghe, bir yazısında bilinçdışının yaptığının nevrozun gerçekle, ki bunun belirlenemeyecek bir gerçek olduğunu söyler, uyum içinde yarattığı boşluğu bize göstermek olduğunu söylüyor. Ve diyor ki eğer bu bilinçdışı gerçekleşecek olursa bu her zaman acemice, başarısız bir şekilde olur. Bu karşılaşma daima başarısızdır. Çünkü orada bir şey yoktur. Belki de birçok insanın, filmdeki turistlerin de gerçek tanrı başlarının peşinden koşmamasının sebebi budur. Gerçeğe yaklaşmak hiç de iyi bir şey olmayabilir, başarısızlığa gebedir. Ona çok yaklaşmak bir sakatlık çıkarabilir :)

 

Aslında hepimiz için sahte Resul’ün yerlerinin, sahte tanrı başlarının olmasının bir sebebi var. Çünkü filmde de tekrar tekrar gördüğümüz gibi aslında varlığın altında kocaman bir boşluk, bir delik var. Kimse bir delikle karşılaşmak istemez. Bu yüzden de özne, o boşluğun üzerini örtecek bir örtüyü çoğu zaman bulur. Bunu ya yeni yeni Resul’ün yerleri açarak ya köpükten tanrı başları yaparak ya da psikanalitik terimlerle konuşacak olursak bir fantazi kurarak yapar. Üstünü örtmek, arzulamaya devam edebilmemiz için elzemdir.

 

Konuşmamın sonuna da filmin sonuna değinerek geleceğim. Filmin sonunda Sercan’ın ve taksi şoförünün Ağrı Dağı’na gitmek için yola çıktığını, ama Ağrı Dağı’na sadece uzaktan baktıklarını görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde bir etkinlikte Özgür Öğütcen’in bir konuşmasını dinliyordum ve orada şöyle bir şey söylemişti: “Dışarıda dağlar var, gitseniz o dağ denilen şey toprak aslında. Ağrı Dağı uzaktan Ağrı Dağı.” Sanki Sercan da bu karşılaşmalardan sonra Ağrı Dağı’nı Ağrı Dağı yapan ya da Resul’ün Yeri'ni Resul’ün Yeri yapan şeyin ne olduğunu -ki bu şey o şeyin olmaması- biraz olsun kabul ediyor gibi, onlarla olan ilişkisinde bir değişim oluyor gibi.

 

Belki Lacancı psikanalizin amacı da biraz bununla ilgili, Gerçekle ve nesne a ile olan ilişkimizi biraz olsun değiştirmekle.

 

 

 
 
bottom of page