top of page
Ara

Yas: Ölüyü ikinci kez öldürmek

  • tugbacerendeniiz
  • 3 Nis 2024
  • 10 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 8 Tem 2024


Kayıp, daha insan yavrusunun dünyaya geldiği ilk anda, doğumunda onu karşılayan bir yaşam olayıdır. Bebek dünyaya bir kayıpla gelir: Anne karnının, her şeyin eksiksiz ve tam olduğu yerin kaybıyla. Ve çoğunlukla bu kayba bir tepki verir, önce ağlar.

 

Yaşamın daha ilk anlarında karşılaştığımız kayıpla hayatın çeşitli dönemlerinde karşılaşmaya devam ederiz. Bu bazen bizim için çok önemli olan bir objenin kaybıyla olur, bazen ait hissettiğimiz bir yerin kaybıyla, bazen bir idealin, bir değerin kaybıyla, bazen bir ayrılıkla ve bazen de ölümle. Çok sevdiğimiz bir oyuncağın kaybı, bir işin kaybı, desteklediğimiz siyasi partiye artık ait hissetmemenin yol açtığı kayıp, sevilenle ayrılık ya da birinin ölümü… Kayba dair verebileceğimiz örnekler sayısızdır.

 

Bir yaşantı bir özne için oldukça olağan karşılanırken, bir başka özne için bir kayıp olarak deneyimlenebilir. Oyuncak örneğine geri dönecek olursak, hemen her çocuk bir oyuncağını kaybetmiştir, fakat her çocuk için bu içsel bir kayıp deneyimi olarak yaşanmaz. Oyuncağın bir kayıp olması için öznenin ruhsallığında bir yere denk düşmesi gerekir. Böyle bir durumda, aslında oyuncak sadece bir oyuncak değildir demek yanlış olmaz. Oyuncak özne için bir temsildir, öznenin bilinçdışındaki bir şeyin temsili. Bu nedenle kaybedilen şey de elbette sadece bir obje olmayacaktır. Bir analizde ya da psikoterapide bir yaşam olayını kayıp olarak görmemizi sağlayan şey herhangi bir psikiyatrik ölçüm aracından alınan puanlar ve çeşitli belirtilerden kaç tanesinin kişide kendini gösterdiği değil öznenin kendi biricik, öznel, bilinçdışı deneyimidir. Dolayısıyla kaybedilen şey görünürde bir oyuncak olsa da esas kayıp temsil edilendedir ve bu kayıp ancak her kişinin kendi öznelliği içinde anlaşılabilir.

 

Kayıp, görünür bir varlığa da ihtiyaç duymaz. Özne elle tutulamayan, işaret edilemeyen, bir gösterileni olmayan bir şeyi de pekala kaybetmiş olabilir. Bu şey gösterilemez, bir türlü tam olarak ifade edilemez, ama özne için vardır. Peki o ya da bu şekilde bir kayıp yaşayan özneye ne olur? Bir insan kayba nasıl tepki verir? Bu yazıda sorulara cevap vermek Freud’a ve Darian Leader’a başvuracağım.

 

Freud, kişilerin bir kayıp yaşadığında buna verdikleri tepkiyi yas ve melankoli olarak iki şekilde ele almıştı. Yas ve Melankoli isimli yazısında değindiği üzere, kişi melankolide kimi kaybettiğini bilmiyordu, kimi kaybettiğini bilse bile kendinde neyi kaybettiğini bilmiyordu ve kayıp sanki ‘Ben’e dair bir kayıpmış gibi yaşanıyordu. Diğer bir taraftan yastaki kişi melankoliğin aksine kimi ve neyi kaybettiğini biraz olsun biliyordu, bu kayıp, Ben’deki bir kayıp gibi değil bir nesnenin kaybı olarak yaşanıyordu. Bir kayıp karşısında yastaki kişi için dünya, melankolik kişi için ise ben değersiz ve boş hale geliyordu.

 

Freud’un 1917’de yaptığı bu ayrım, bugün hala klinisyenler için kayba dair temel bir noktayı işaret ediyor. Bu yazıda kayba verilen tepkilerden biri olan melankoliye daha fazla girmeyeceğim. Daha ziyade, öznenin kaybı bir nesnenin kaybı olarak yaşadığı ve bu kayba verdiği tepki olan yasa, Freud’un deyişiyle, yas uğraşına odaklanacağım.

 

Freud Yas ve Melankoli’de yasa dair şöyle söylüyor:

 

 “Yas içinde her ne kadar yaşama karşı takınılan tutumda büyük bir değişiklik ortaya çıksa da bu değişikliğin bize hiçbir zaman patolojik ve tıbbi tedavilik bir durummuş gibi gözükmemesi çok önemli bir izlenimdir. Biz belirli bir zaman içinde bu durumun üstesinden gelineceğine inanır ve herhangi bir müdahaleyi faydasız hatta zararlı görürüz.

 

Freud’un bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi yas, Freud’a göre çoğunlukla patolojik olmayan, olağan bir tepkidir. Fakat bu sözleri Freud’un yası tamamen olağan bir durum olarak ele aldığı yanılgısına da götürmesin bizi. Freud’a göre yasın kayba verilen olağan bir tepki olmasının yanı sıra, yasta patolojik olabilecek bir şey de vardı: ölen kişiye duyulan sevgiyle birlikte o kişiye karşı duyulan nefret. Bu birbirinin sanki tersiymiş gibi görülen iki duygunun yas sürecinde birlikte var olması Freud’a göre yası patolojikleştiren ve özneyi karmaşık, tıkanan bir yas uğraşı ile baş başa bırakan şeydi.

 

Lacan ise yasın “nesnenin kuruluşu” sürecini içerdiğini öne sürmüştür. Yasın tam tersini, yani nesnenin artık var olmadığına yönelik bir farkındalık içermesini beklediğimiz için ve kayıp çoğunlukla bize bir yıkımı çağrıştırdığı için bu bize şaşırtıcı gelebilir. Lacan’ın bu düşüncesini, Klein’ın “nesne bir bütün olarak sevilmeden nesnenin kaybı da bir bütün olarak da hissedilemez” iddiasıyla beraber düşünmek mümkün. Klein’a göre, insan yavrusu yaşamına çevresini iyi ve kötü şeklinde algılayarak ve bu algı ışığında ilişkiler kurarak başlar. Örneğin çocuğu zaman zaman tatmin eden meme, zaman zaman da ihtiyaç halinde orada olmayarak onu hayal kırıklığına uğratır. Nesne iki zıt özellikle, sanki iki farklı nesneymiş gibi algılanır. Ancak iyi ve kötünün aynı nesnenin özellikleri olduğunu fark ettiğimizde nesneyi doğru algılar hale gelmiş oluruz. Yani meme çocuk için hem hayal kırıklığına yol açan hem de onu tatmin eden bir nesnedir. Bu durum çocuğun kayıp karşısında hem üzüntü hem de suçluluk duymasına yol açar. Burada küçük bir parantez açmakta fayda var: Klein, bu bölünmeyi fark etmiş ve aynı nesneye dair iki çatışmalı duyguların baştan beri var olduğunu ileri sürmüştür. Bu formülasyon, Freud’un patolojik yası değerlendirmesini düşündüğümüzde yası ne kadar farklı ele aldıklarını da bize gösteriyor.

 

Nesnenin kuruluşuna geri dönecek olursak Lacan’ın bu fikri bir bakımdan Klein’ın formülasyonu ile benzerlikler taşısa da Lacan’daki nesne kuruluşu daha farklıdır. Lacan’a göre nesnenin kurulumu kaybı “zihinsel olarak boş bir uzamı kayda geçirmektir.” Bu boş uzam, nesnenin yokluğundan gelmektedir, çünkü hasret duyduğumuz nesne kayıptır. Klein’ın öne sürdüğü gibi, memenin tüm özelliklerini içselleştiririz fakat Lacan’a göre, onun yokluğunu da içselleştiririz. Nesnenin yeniden inşası, onu bulunduğu boş uzamdan ayırmakla mümkündür.

 

Bu yeniden inşa fikri, kayıp yaşayan kişilerin yaşadığı son kaybın kederiyle ve yasıyla hemhal olmadan önce, daha önceki kayıplarını hatırlaması, onlar hakkında düşünmeye başlaması durumu düşünüldüğünde daha anlaşılır hale gelebilir. Bir ölüm bizi başka bir ölüme götürür, bir ayrılık bizi başka bir ayrılığa… Sanki o zamana kadar gömdüğümüz her kayıp toprağın altından kalkar ve gözlerini bize diker. Yasın var olabilmesi için, kişi kaybettiği nesneyi ve onun yerini bilinçdışı bir düzeyde ayrıştırmalıdır. Bunu yaparken muhtemelen kaybedileni neden sevdiğine, kendisinin kaybettiği kişi için ne kadar sevildiğine, kaybettiği kişinin kendisindeki yerine ve kendisinin kaybettiği kişideki yerine ve bütün bunların ne anlama geldiğine odaklanacaktır ve tabii bu özne için epey zorlu bir süreçtir. Fakat bu yapılabildiğinde, kaybedilen kişi ve onun yeri ayrıştırılabildiğinde nihayet yas mümkün olabilecek ve kaybedilen kişinin simgesele kaydedilmesi ile o boş uzama artık bir başkası koyulabilecektir.

 

“Lacan, yasın bir nesneden vazgeçmek değil, kayıp ve imkansız bir şey olarak nesneyle bağımızı yeniden onarmak olduğunu düşünüyordu.” Çünkü Lacan’ın düşüncesine göre yastaki mesele, nesneye olan aşkımızdaki narsistik bağların korunmasından kaynaklanıyordu. Birini sevdiğimizde bu sevgiyi kendi imgemizle ilişkili olarak sevdiysek -örneğin o kişi bize benzeyen biriyse, bizim benzemeyi istediğimiz biriyse, belki de hiç benzemek istemeyeceğimiz biriyse- o kişiyi kendi narsistik imgemize dayandırarak sevmişizdir. Ve onu kaybettiğimizde artık bu kayıp kendi kaybımıza denktir. Sevilenden vazgeçmek çoğunlukla bu yüzden zordur ve bu yüzden reddedilir. Nesne ile nesnenin yeri gerektiği şekilde ayrıştırılamaz. Sevilen kişinin imgesi adeta üzerimize çöker.

 

Buraya kadar yası sanki bireysel bir süreçmiş gibi ele aldık. Fakat yasın toplumsal boyutunu konuşmak da bireysel boyutunu konuşmak kadar önemli. Yas her ne kadar içsel bir ayrıştırmaya ve simgeselleştirmeye ihtiyaç duysa da bu simgeselleştirme için de ötekilere ihtiyaç duyar. Kaybın getirdiği kederin paylaşılması, kişinin kaybına erişmesini sağlar ve bireysel yası kolaylaştırır. Cenazelerde, kırklarda, anma törenlerinde herkesin bir kayıp etrafında toplanması ve yas tuttuğunu ötekilere göstermesi kişilerin kendilerini yas tutan ötekilerin yerine koyması anlamına gelir. Ve böylece kaybın yarattığı eksiklik bir nesneye dönüşebilir. Lacancı bir şekilde ifade edecek olursak, Gerçek’in bir kısmıyla olan bu karşılaşma bir nesneye dönüştürülerek simgeselleştirilebilir. İnsanın belki de var olduğu ilk günlerden beri yas ritüellerinin varlığını sürdürmesinin nedeni budur. Bu ritüeller ölüyle ve eksikle aramıza bir mesefe koyar. Bir ölümün ardından cenaze evinde verilen yemekleri düşünün. Günlük hayatta zaman zaman bu durumdan duyulan rahatsızlıklara tanık oluruz. Cenazesi olan kişiler zaten acı içindedir, bir de onları insanlara hizmet ettirmenin ne gereği vardır? Onlar yaslarını tutmalıdır. Bu düşünceleri anlamakla birlikte bu ritüellerin aslında ne kadar da yasın bir parçası ve kolaylaştırıcısı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Cenaze evinde ikinci tabağı isteyen komşuya duyulan öfke, aslına bakarsanız oldukça işlevseldir. Bu öfke kayıp yaşayan kişiyi hayata çeker, onu ölüyle aynı yerde durmaktan korur. Nihayetinde yalnızca yaşayanlar öfkelenebilir.

 

Kayıp yaşadığımızda bu kaybın yasını da tutabilmemiz, kaybı tanıyabilmemiz için diğer insanlara gereksinim duyarız. Darian Leader’ın deyişiyle “yasların diyaloğu”na ihtiyaç duyarız. Bu ritüeller yasımıza konuşabileceği bir dil alanı sağlar ve simgesele kapı açar.

 

Buraya kadar kayıp ve yasa dair söylenmiş pek çok şeyi gözden geçirdik. Yazının devamında ise bu teorik açıklamaların birçoğunu ana karakterinin yaşam öyküsüyle işleyen bir diziden bahsetmek ve bu karakter aracılığıyla yas uğraşını biraz daha somutlaştırmak istiyorum.

 

Tiny Beautiful Things, 49 yaşında eski bir yazar olan Claire’in kanserden ani bir şekilde ölen annesinin yasını tutuş hikayesini anlatıyor. Claire’in annesi Frankie, Claire 22 yaşındayken son evre kanser tanısı alır ve yaklaşık 2 ay kadar sonra ölür. Annesinin ölümünden sonra Claire hep hayali olmuş olan edebiyat bölümünün son dönemindedir ve mezun olmak için tek bir yazı yazması gerekmektedir, Gogol’un Burun’unu ele alan bir deneme. Bir adamın burnunun ansızın onu terk ettiği bir öyküdür bu. Claire içinse bir adamın burnunu terk etmesi saçmalıktır. Nasıl olur da bir insanın burnu ansızın onu terk edebilir? Gogol’un bu öyküsü psikanalitik açıdan epey zengindir ve farklı bir bağlamda farklı şekilde ele alınabilir fakat Claire için bu öyküyü anlamlandırmaktaki zorluk annesinin kaybını anlamlandırmakla oldukça benzer gibi görünmektedir. Var oluşunuzun başından beri sizinle olan bir parçanızın ki ani bir kaybıdır burun’un kaybı. Tıpkı onun kimliğinin büyük bir parçası olan annesinin kaybı gibi.

 

Claire’in yazıyı yazamaması elbette bundan çok daha karmaşıktır. Annesinin kaybından sonra Claire’in neredeyse 27 yıl boyunca, artık kim olduğu konusunda kafa karışıklığı yaşadığı ve bu sorunun cevabını vermekten yıllarca kaçındığı görürüz. Ben kimim? sorusu cevap verilmesi pek kolay bir soru değil, çünkü onun için bu soru arkasında epey zorlu olan başka bir soruyu barındırıyor gibidir: Annemin arzusunu çıkarınca benden ne kalır? Benim arzum nedir?


Claire bağlamında bu soruları ele almadan önce psikanalitik anlamda arzunun ve annenin arzusunun ne ifade ettiğinden kısaca bahsetmek istiyorum.

 

Bruce Fink, Lacancı Özne isimli kitabında, öznenin ebeveynlerinin onun dünyaya gelişinin, yani var oluşunun nedeni olduğunu söyler. Ebeveynler bir şeyi istedikleri için, bir şeyi arzuladıkları için var bir çocuk var olur.  Onlardan ya biri ya her ikisi çocuk sahibi olmayı ister ya da bazen hiçbiri istemez. Ebeveynler çocuk sahibi olmayı ya da olmamayı arzular ve çocuk onların bu arzusunun neticesidir. Doğduktan sonra da özne dilin alanındadır ebeveynlerinin, Ötekinin, arzusuyla burada da karşılaşmaya devam eder. Anne karnında ve yaşamın ilk yıllarında anne ile çocuk sanki bir gibidir. Fakat babanın dahil olmasıyla bu anne ve çocuk birliği bozulur: Baba, ya da baba işlevi gösteren annenin arzu duyduğu başka bir şey, çocuğa annesinin arzusunun tek nesnesi olmadığını gösterir. Anne başka birini ya da bir şeyi arzuluyordur. Bundan sonra çocuk o arzunun ne olduğunu bulmaya çalışacak ve bulduğunu farz ettiği şey olmaya çalışacaktır. Yani artık çocuk -özne- annesinin, -Ötekinin- arzusunu arzulamaktadır.

 

Ötekinin arzusu, pek çocuğumuzu kuran, yani arzulayan bir özne haline getiren yegane şeydir. Çocukları bir düşünün. Kendilerini anne ve babasına beğendirmek için yaptıkları şeyleri hayal edin. Annesini mutlu etmek için sabah erkenden uyanıp kahvaltı hazırlamaya çalışan çocuğu ve hazırladığı şeyi gösterince annesinin bakışında aradığı şeyi, ya da annesi doktor olan bir öznenin tıp okumak istemesini düşünün. Bunlar çocuğun Ötekinin arzusunu yorumlayarak arzuladığı şeylerdir.

 

Claire’e geri dönersek, onu dizinin bir yerinde şu soruyu sorarken görürüz:

Ben kimim? Annemin olacağımı düşündüğü bir yazar mı?

Bu sorudan ve diziyi izlerken geriye dönük olarak tanık olunan anne-kız ilişkisinden Claire’in annesinin onun üniversiteye gidip bir yazar olmasını çok istediğini anlarız. Yazar olmak, Claire’in annesinde okuduğu arzunun parçasıdır. O annesinin, yani Ötekinin arzusunu arzular. Peki ya arzusunu arzulanan Öteki kaybedilirse arzuya ne olur? Claire’in 27 yıl süren kayıp sonrası yaşantısı bu soruya verilebilecek yanıtlardan bir tanesidir.

 

Yazının başlarında söz ettiğim yas sürecinde kaybedilen kişinin öznedeki yerine ve öznenin ondaki yerine odaklanma meselesini tekrar hatırlarsak, Claire için yazar olmak onun annesindeki yeriyle, annesinin arzusundaki yeriyle ilişkili bir şey gibidir. Fakat Claire bu odaklanmayı yapmayı reddeder ve yası süreci adeta tıkanır.

 

Okulu bitirmese de annenin ölümünün acısı kendini dayatır ve Claire annesine olan aşkını konu olan bir kitap yazar ve bu kitaba “hayatımın aşkı” ismini verir. Kitap Claire’in annesinin ölümünden sonra yaşadığı çok sayıdaki seks deneyimlerini ve bu sekslerin hemen ardından yaşadığı ıstırabı anlatır. Kitabı yayımlayacak kişi kitabın sadece seks kısmıyla ilgilenir ve hüzünlü kısımları çıkarmasını söyler.  Claire kitabın bu haliye yayımlanmasına ihtiyacı olduğunu söylese de daha sonra hüznünü çıkarmayı kabul eder ve hayatımın aşkı “Slut” olur. Claire için bu kitabın annesinin yasını tutma çabası olduğu düşünülebilir, ancak Claire’in bu yası ötekiler tarafından tanınmaz. Claire yasını diğerleriyle paylaşamaz ve yas uğraşı yeniden çıkmaza girer. Peki Claire neden yasını seks ile ilintili bir şekilde anlatmıştır? Seksin yasla nasıl bir ilişkisi olabilir?

 

Seks, kulağa haz ve keyif ile ilişkili bir şey gibi gelir, çoğu zaman olabilir de. Fakat Claire’in yası bu ezberi bozar ve şu soruyu sormamıza engel olmaz: Ya seks her zaman haz almak için yapılan bir şey değilse? Claire için seksin sadece bir cinsel eylem olmadığını söylemek yanlış olmaz. Onun cinsel eyleminin annesine olan aşkıyla bir ilişkisi var gibi görünmektedir. Darian Leader, benzer bir durumdan bahseder ve Kieslowski’nin Blue filminde Juliette Binoche’ın canlandırdığı kadın karakter örneğini verir. Bu kadının kocası ölmüştür ve romantik bir ilişki istemez fakat başka bir adamla seks yapar. Seks, bedenin dahil olduğu bir eylemdir ve yas tutan kişiyi bir taraftan hayata çeker. Darian Leader’a göre ölüyle olan bağların bedenden çıkan salgılar yoluyla uzaklaştırılmasını ifade eder. Fakat bu açıklaması Darian Leader’a yeterli gelmez. Yas sürecindeki kişinin ölen kişiden kurtuluşu önce kendinden kurtuluşunu şart koşar gibidir. Bunu yapabilmekse bazen defalarca bedenini bir başkasına vererek fedasını, adeta deri değiştirmesini gerektirir. Leader’ın bu örneğinden yola çıkılırsa, bu iki yas tutan kadın benzer bir şeyi yapıyor olabilir mi? Claire’in bu girişimi kendi bedenine mesafelenerek öldüremediği annesine mesafelenme ihtiyacından geliyor olabilir mi? Ve seksin ardından gelen ağlamalar bu mesafelenmenin getirdiği ıstırap olarak düşünülebilir mi? Claire’i bir seans odasında dinlemediğimiz için bu sorulara cevap vermek elbette mümkün değil ama bu soruların Claire’in yası ve cinsel eylemi arasındaki ilişkiye ışık tuttuğunu düşünüyorum.

 

Claire annesini bir türlü öldüremez. Bunu sürekli elinde bir kazma küreği ve annesinin olduğu rüyalarından anlarız. Annesi ona artık vakti geldi dese de Claire annesini bir türlü gömmek istemez ve rüyalarındaki bu tema tekrarlar durur. Ta ki Claire Sugar isimde anonim bir köşe yazarının köşesini devralana, böylelikle simgeselleştirme yolculuğu başlayana kadar. Claire kendini Sugar’a yazan birçok kişinin hayata dair soruları, acıları, hayal kırıklıkları ve yasları içinde bulur. Bu köşe ona paylaşamadığı yasını paylaşabileceği bir alan sağlar, bir anlamda yasların diyaloğu Claire için sonunda mümkün olur. Bunu Claire’in son rüyasından da anlarız: Öldüğü hastane yatağında yatan annesi ona yine zamanının geldiğini söyler ve bu sefer Claire ona gülümser ve annesinin serumunu çeker. Artık kaybedilen nesnenin yarattığı boş uzam, simgesele kaydedilebilmiştir. Ölü ikinci kez öldürülebilmiştir ve artık yerine başka bir nesne konulabilir.


Yerine başka bir nesne koymak, o kişinin unutulduğu anlamına gelmez. Aksine, bu nesnenin yok edilmesiyle değil, Lacan’ın dediği gibi, ancak yeniden kuruluşuyla mümkündür. Kaybın simgesele kaydedilmesi, onun yeni baştan kurmak anlamına gelir. Kaybedilenin izi hep bizimle olacak olsa da artık onunla zorlu bir gözden geçirme sonucunda inşa edilmiş yeni bir ilişkimiz vardır.

 

Claire’in hikayesinde de gördüğümüz gibi, yasın “sağlıklı” bir süresi yoktur. Ne zaman başladığı, ne zaman biteceği, hatta bitip bitmeyeceği bilinemez, çünkü yas özneldir.


Günümüz psikiyatrisi neye göre belirlendiği pek de belli olmayan belirli bir yas süresini aşan bir yası patolojikleştirmeye istekli olsa da, Freud’dan bugüne psikanalik teori yası hiç de patolojik bir durum olarak görmez. Yas iyileştirilmesi, tedavi edilmesi gereken bir şey değildir. Bugünlerde pek çok yerde okuduğumuz, dinlediğimiz ve tanık olduğumuz gibi bir özneye nasıl yas tutulacağını göstermeye kalkışmak hiç de iyi bir fikir değildir. Seans odasında ise bir psikanalistin ya da psikoterapistin yapacağı en “iyi” şeyse, özneye kaybını simgeselleştirebileceği bir alan sağlamak ve ona eşlik etmektir.

 

Bu noktada yazının en başına dönerek özneyi kuran şeyin bir kayıp olduğunu hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyorum. Bu yazıyı yazmayı bitirdiğimde bende kalan soruyu sizinle paylaşarak yazımı bitirmek istiyorum:

 

Ya arzunun kendisi bir yas uğraşıysa?

 


Tuğba Ceren Deniz



Kaynaklar:

 

Freud, Yas ve Melankoli

Darian Leader, Depresyon Yas ve Melankoli

Bruci Fink, Lacancı Özne

 

 
 
bottom of page